Empedokles’in de doğum ve ölüm tarihleri tartışmalıdır. MÖ 490’lar civarında doğduğu, 430’lar civarında ise öldüğü tahmin edilmektedir. Doğum yeri Sicilya’dır ancak ölüm yeri tartışmalıdır. Zamanımıza ulaşmış iki eserinden ilki olan «Arınmalar»’da Empedokles kendisini tanrısal bir varlık olarak takdim eder. İnsanların kendisinden hastalara şifa vermesini, gelecekle ilgili kehanetler de bulunmasını ve onlara doğru yolu göstermesini istediğinden bahseder. Buradan onun kendini bir peygamber, kahin ve şifacı olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Onun nabzı ve solunumu durmuş ve hekimler tarafından artık tedavi edilemez denmiş bir kadını iyileştirdiği rivayet edilir.

Dostlarım…

Selam olsun size! Ölümsüz bir tanrı olarak yürüyorum aranızda, ölümlü değilim artık; kuşaklarla, çiçekli taçlarla, nasıl yaraşırsa öyle kuşandım, onurlandırıldım. Dört başı mamur kentlere her girdiğimde, erkeklerle kadınlar, onbinler hürmet eder bana, esenliğe giden yolu bilmek için. Kimi, kehanetler duymak için yanıp tutuşur, kimi de her türlü hastalıktan müstariptir, can atar iyileştiren bir söz duymak için.

Nitekim «Doğa Üzerine» adını taşıyan ikinci eseri olan şiirin sonunda öğrencisi Pausanias’a «hastalık ve yaşlılığı ortadan kaldıracak bütün iksirleri öğreteceğini» söylemektedir. Yine bu bölümde Empedokles’in «karanlıklar evinden (Yunan Mitolojisi’ndeki Yeraltı’ndan) bir ölünün ruhunu geri getirecek bilgilere sahip olduğu»’nu öğrenmekteyiz. Gorgias, Empedokles’in büyü pratikleriyle meşgul olduğunu söylemektedir. O halde o aynı zamanda bir büyücüdür. Empedokles’in öğrencisine seslendiği kısım şöyledir:

Hastalıkları ve yaşlılığı defeden tüm ilaçları öğreneceksin, zira sadece senin için yapacağım bunu. Yeri süpürürcesine esen, estikçe mısır tarlalarını kırıp geçiren usanmaz rüzgarların şiddetini durduracaksın ve yine, istediğinde rüzgarları geri çağıracaksın. Kara yağmurlardan sonra herkes için tam zamanında getireceksin kurak günleri, yazdan sonra ağaçları besleyen yağmurlar indireceksin gökten. Ölü bir insanın gücünü, Yeraltı’ndan geri getireceksin.

Bunlar onun kişiliğinin şovmen yanıdır. Diğer taraftan Empedokles’in memleketi Akragas için oldukça aktif olduğunu ve faydalı işler yaptığını görebiliriz. Kendisine kentin tiranlığı teklif edilmiş olmasına rağmen demokrasi taraftarı olduğundan bu görevi kabul etmediği rivayet edilir. Gerçekten de Yunan filozofları arasında demokrasi yanlısı olan nadir filozoflardan biridir.

Empedokles’in sadece kuramlara boğulmayıp, pratik sorunlarla da meşgul olduğunu, bazı mühendislik uygulamalarından görmekteyiz. Yakın bir şehirdeki veba salgınının sonlandırılmasına etrafındaki bataklıkları kurutarak yardım ettiği söylenir. Akragas’ın rüzgar alabilmesi için kuzeydeki kayaları parçalatmıştır.

Havanın bir madde olduğu, ağız ve burun dışında da, deriden de solunum yapıldığı gibi ilerici ve isabetli görüşleri de vardır.

Empedokles’in tıp alanındaki başarıları bütün bu yukarıda anlatılanlardan daha çok bilinir. Galenos, Empedokles’in İtalya Tıp Okulu’nun kurucusu olduğunu söyler ve Hipokrates’in Kos Tıp Okulu’yla aynı seviyede kabul eder. Yine de Hipokratesçi Okul, İtalya Tıp Okulu’nu şiddetle eleştirmektedir.

Empedokles de tıpkı Parmenides gibi eserlerini şiir formunda vermiştir. O, Aristoteles’e göre retorik sanatının kurucusu büyük bir şairdir. Empedokles’in günümüze kısmen ulaşan iki şiiri dışında başka şiirleri de olduğu düşünülmektedir.

Empedokles’in Doğa Üzerine ve Arınmalar adlı şiirleri içerik ve üslup bakımından birbirilerinden çok farklıdır. Bir açıdan bu durum Empedokles’in gelişiminin farklı dönemleri olarak ele alınabilirken, bazıları tıpkı Pyhagorasçılıkta olduğu gibi düşüncelerinin farklı görüntüleri olduğunu düşünenler de vardır. Empedokles’te, Pythagorasçılarda olduğu gibi dini, ahlaki ve pratik kaygılar ile bilimsel ve felsefi kaygılar biraradadır.

Empedokles’in Ölümü Tablosu – Salvator Rosa

Empedokles’den daha önceki filozoflara nazaran daha fazla mısra elimize ulaşmıştır. İki eserinin toplam mısra sayısının 5000 civarı olduğu tahmin edilmektedir. Arınmalar eserinin 2000 mısra olduğu kabul edilirse ve bunun 350 mısrası elimize ulaştığı gözönüne alınırsa, eserin ciddi bir miktarına sahip olduğumuz söylenebilir.

Empedokles’in ölümüyle ilgili de bir efsane vardır. Yukarıda anlatılan veba salgınının bitmesinden sonra verilen şölende halkın kendisine tanrı gibi sunak sunmasından sonra gerçekten tanrı olduğunu göstermek için Etna Yanardağı kraterine atlamıştır. Daha güvenilir kaynaklara göre ise Yunanistan’ın Peloponnesos bölgesinde eceliyle ölmüştür.

Ontolojisi

Empedokles, Doğa Üzerine adlı esrinde iki özgün fikir ortaya atar. Öncelikle arkheyi birden fazla olarak kabul eder. İkinci olarak da maddi ilkenin yanında –Aristoteles’in terminolojisiyle- ayrı bir hareket ettirici fail ilkenin varlığını ileri sürer.

Empedokles, Parmenides’in varlıkla ilgili iddialarını kabul eder. Varlık ezeli-ebedidir, değişmezdir, süreklidir vb. Benzer şekilde varlığın meydana gelemeyeceğini ve ortadan kaybolamayacağını kesin bir şekilde savunur.

Daha önce varolmayan bir şeyin varlığa geldiğini veya herhangi bir şeyin yok olabileceği ve tamamen ortadan kalkabileceğini düşünenler, delidirler; çünkü varolmayan şeyden herhangi bir şeyin doğması kesinlikle mümkün değildir ve varolan şeyin ortadan kalkması gerektiği de imkansız ve duyulmamış bir şeydir; çünkü o nereye konuLursa konULsun, orada var olacaktır.

Empedokles de tıpkı Parmenides gibi boşluğu reddeder, varolanın bir doluluk olduğu fikrini kabul eder.

Bütünde ne eksiklikten meydana gelen boşluk, ne de varlık fazlalığı vardır. Bütün, doludur. Onu arttıracak neden nereden gelecektir?

Bütün nasıl yok olabilir? Çünkü hiçbir şey, boş olamaz.

Oluş ve Yokoluş Vardır

Parmenides ile olan görüş farklılıkları burada başlamaktadır. Yukarıda bahsettiğimiz öncüller Empedokles’e göre hareketin, değişmenin, çokluğun inkarına yol açmaz.

Daha önce de söylediğimiz gibi Empedokles, şeylerin yokolmasını ya da yokluktan varlığa gelmesini kabul etmez. Fakat farklı şeyler biraraya gelerek oluşturabilir ya da dağılarak başka şeylere bölünebilirler. Öyleyese varlığa gelme, zaten varolan şeylerin birleşmesi, yokolma ise varolan bileşenlerin birbirinden ayrılmasıdır. Oluş ve yokoluş mümkündür çünkü ortada birden fazla varlık veya kendi deyişiyle «şeylerin kökleri» vardır.

Ölümlü olan hiçbir şeyin ne varlığa gelmesi, ne de her şeyi alıp götüren ölümle son bulması vardır. Varolan sadece unsurların biraraya gelmesi ve birbirlerine karıştıktan sonra ayrılmasıdır. Ölüm, işte şeylerin bu ritminin bir anına insanlar tarafından verilen bir addan ibarettir. Bu unsurlar bir insan, bir vahşi hayvan, bir bitki veya bir kuş biçiminde birbirlerine karıştıklarında insanlar bir doğuşun ortaya çıktığını söylerler. Unsurlar birbirlerinden ayrıldıklarındaysa insanlar bunu acıklı ölüm kelimesiyle açıklarlar. Ancak bu doğru bir adlandırma değildir.

Empedokles’e göre, Parmenides varlığın değişmediğini, oluş içinde olmadığını söylerken haklıdır; ancak onun tek olduğunu söylerken haksızdır. Ortada birden fazla sayıda ezeli-ebedi, değişmez, bölünmez vb. varlık vardır ve her hareket, oluş, değişme de bu varlıkların birbirleriyle birleşmeleri ve ayrılmalarından, çözülmelerinden ibarettir.

Dört Unsur

O halde bu birleşip, ayrılabilen unsurlar kaç tanedir? Empedokles bunların dört tane olduğunu söyler.

Önce her şeyin dört kökünü öğren: Parlayan Zeus, hayat veren Hera, Hades ve gözyaşlarıyla ölümlü insanlar için hayat kaynaklarını besleyen Nestis.

Burada Zeus Ateş’i, Hades Toprak’ı, Hera Hava’yı, Nestis’te Su’yu göstermektedir. Arkhe’yi tanrılarla bir tutmak ve yüceltmek daha önceki filozoflarda da gördüğümüz bir durumdur. Bu unsurlar tanrı olarak gösterilse de tam manasıyla dinsel bir anlamı yoktu. Empedokles bu dört unsura tapmamaktaydı elbette ki. Ancak tanrıların en önemli özelliği olan ölümsüzlükleri olduğu için dört unsuru ezeli ve ebedi olma özellikleri ile ilişki kurması makul durmaktadır.

Oluş ve Yokoluş, Dört Unsurun Birleşmesi ya da Ayrışmasıdır

Nihayetinde elimizde dört ana madde vardır ve bu maddelerin birleşmesinden meydana gelebilecek sınırlı sayıda madde (10 adet farklı karışım) vardır. Öyleyse sınırsız çeşitlilikte madde dünyada nasıl olmaktadır. Empedokles burada anlaşıldığına göre karışım oranlarını da bir parametre olarak yardıma çağırmaktadır. Böylelikle sınırsız karışım miktarı ile sınırsız çeşitlilikte yeni madde ortaya çıkabilecektir. Empedokles sınırlı sayıda rengi olan bir ressamın karışımlarla sonsuz sayıda renk meydana getirebilmesini örnek olarak verir.

Nasıl ki ressamlar tapınaklara adak olarak adanacak resimleri yaparken ellerine çeşitli boyaları alır ve onları uygun oranlarda birbirlerine karıştırırlarsa, bunun için de bazı boyalardan daha fazlabazılarından ise daha az miktarlar alırlarsa ve böylece bu boyalardan dünyada rastlanan sayısız şeylerin, örneğin ağaçların, erkeklerin, kadınların, kuşların, balıkların, hatta uzun ömürlü tanrıların resimlerini yaparlarsa, aynı şekilde doğa da dört unsuru alarak onların her birinden farklı miktarları farklı oranlarda karıştırıp varolan her şeyi meydana getirir.

Kan ve kemiğin de oranlarını Empedokles bu dört unsur cinsinden vermiştir. Kan ve ette dört unsurdan eşit miktarda vardır. Kemikte ise bir birim hava, bir birim ateş ve yarım birim toprak ve yarım birim su bulunur. Bu birimler ağırlıksal olaraktır.

Empedokles Thales’in arkhesi olan suya, Anaksimanes’in arkhesi olan havaya ve Herakleitos’un arkhesi olan ateşe dördüncü unsur toprağı eklemiştir.

Görünen odur ki temel unsurların artık herhangi bir bilimsel geçerliliği olmasa da, Empedokles’in maddelerin karışımından başka maddeler gelmesi kuramı ilerici ve bir açıdan da doğru bir kuramdır. Gerçekten de element farklı şekillerde ve oranlarda birleşerek farklı maddeler meydana getirmektedir.

Sevgi ve Nefret

İlk filozoflar tek bir tözün (töz: kendi kendisine var olan, varolmak için kendinden başka hiçbir şeye muhtaç olmayan) varlığını kabul ederler ve bu tözün değişerek başka şeyler meydana getirebileceğini söylerler. Halbuki, Empedokles sadece birden fazla töz olduğunu iddia etmekle kalmaz, bunların birleşme ve ayrılmaları için de başka iki ilkenin gerektiğini söyler. Bu iki ilke Sevgi ve Nefret (ya da Dostluk ve Uyuşmazlık) ilkeleridir. Böylelikle töz/arkhe sayısı altıya çıkmaktadır. Ancak bu son iki ilke bir süreçte (oluş ve yokoluş süreci) aynı anda bulunamazlar. Kolaylıkla anlaşılabileceği gibi Sevgi birleştirici ilke iken, Nefret ayrıştırıcı ilkedir. Bu iki kuvvet (Aristoteles’in terminolojisiyle fail neden), yukarıda da işaret ettiğimiz gibi sırayla hüküm sürerler.

Dünyayı yöneren iki kuvvet, dün var olmuşlardır ve yarın var olacaklardır. Sonsuz zaman bu çiftten asla yoksun kalmayacaktır.

Empedokles’e göre Evrenin ilk hali tüm unsurların sevgi ile bir arada olduğu Parmenides’tekinin aynısı tam bir birlik halidir. Zaten Empedokles de bu duruma Küre demektedir. Daha sonra dışarıda pasif halde bulunan Nefret yavaş yavaş etkisini gösterir. Unsurlar kısmen bir arada, kısmen ise ayrışmaya başlamıştır artık. Üçüncü dönem de ise Nefret Evren’e tam manasıyla hükmetmeye başlamış ve tüm unsurlar birbirlerinden tamamen ayrışmıştır. Daha sonra dördüncü devre olarak Sevgi’nin etkisi tekrar kendisini gösterecek ve unsurlar yavaştan birleşmeye başlayacaktır ve nihayetinde tekrar ilk evre olan Küre evresine geçilecektir.

Öyleyse şu anda hangi evrede yaşamaktayız: Empedokles’e göre açıktır ki ne Nefret’in, ne de sevginin tam hüküm sürmediği ara bir evrede olmalıyız. (Bu kısım biraz tartışmalıdır. Aşağıdaki şekilde bunu açıklamaya çalıştım)

Sevgi ve Nefret’i madde-dışı almak doğru olmayacaktır. Zaten Platon’a kadar tinsel bir varlık anlayışının olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Öyleyse Sevgi ve Nefret de diğer dört unsur gibi maddidir. Empedokles’in kendi sözleri de bu durumu ispat etmektedir.

Ateş, su, toprak ve sonsuz yüksekliğinde hava; dışsal ve yıkıcı güç olan ve ağırlık bakımından onların her birine eşit olan Nefret; içsel güç olan ve biraraya getirmiş olduğu o şeylere uzunluk ve genişlik bakımından eşit olan Sevgi.

Empedokles’in bu Sevgi’yi cinsel arzuya benzettiği, yani tamamen fizyolojik bir şey olarak anladığı da görülmektedir:

İnsanların organlarında gizli olan kuvvet, Sevgi’dir. O, böyle adlandırılır. Aşıkların düşüncesi ve arzusunun birleştirici etkisi onunla gerçekleşir. İnsanlar onu Sevinç ve Afrodit diye de adlandırırlar.

İlginç bir şekilde Aristoteles Sevgi ve Nefret’in kendi içlerinde çelişik olarak çalıştıklarını gösterir. Örneğin sevgi farklı unsurları birleştirirken, tek unsurdan meydana gelen şeyleri de ayırmaktadır – ki böylece başla unsurlarla birleşebilmektedirler. Aynı durum Nefret için de geçerlidir. Öyleyse burada bir başka ilkeye ihtiyaç duymaktayız.

Benzerlerin Benzerler Tarafından Çekilmesi İlkesi

“Benzer benzeri bulur.” Yunan Atasözü

Empedokles atasözündeki bu ilkeyi sadece sosyal hayata değil her türlü alanda alana uygulamaktan çekinmez. Bu adeta bir doğa yasasıdır. Nefret sayesinde farklı türden unsurlar birbirlerinden ayrılırlar ve serbest kalırlar ancak aynı tip unsurlar doğal bir şekilde biraraya gelmeye başlarlar. Bunu sağlayan ilke Sevgi olamaz çünkü onun işlevi farklı türden unsurları biraraya getirmektir. O halde bu görevi üstlenen yasa «benzerlerin birbirini çekmesi» yasasıdır.

Bu ilke insan türünün meydana gelişi gibi biyolojik konularda yardıma yetişir. Örneğin, bitkilerin veya insanların doğuşu için Empedokles’in açıklaması şöyledir: Dünya yüzeyinin altında ateş bulunmaktadır. Bu ateş, dünyanın dışında, gökte bulunan ateşle birleşmek ister ve bunun için dünyanın yüzeyine kadar gelir. Dünya yüzeyinde bitkileri ve su ve topraktan oluşan insan biçimlerini meydana getirir.

Hayvan türlerini de vücutlarında bulunan unsurların oranlarına göre açıklar. Vücudunda su unsuru ağır basan balıklar suda yaşarken, hava unsuru ağır basan kuşlar uçabilir. İnsanlar karada yaşadığına göre toprak unsuru ağır basmaktadır.

Kozmogonisi

Empedokles’in kozmogonisize göre daha önce söylediğimiz gibi evrenin her şeyin birarada bulunduğu hareketsiz, homojen, küre şeklinde bir başlangıcı vadır. Bu kürenin bir kişiliği olduğunu söyleyebiliriz ve başlangıç anında tabiri caizse mutludur.

Sonra bu küreye, bir dış kuvvet Nefret etki eder ve unsurları birbirinden ayırmaktadır. Sevgi yavaş yavaş yerini Nefret’e bırakmaktadır. Aristoteles, Empedokles’i bu konuya açklık getirmediği için eleştirir. Belki de Empedokles bunun kaderin bir zorunlu sonucu olduğunu düşünmüştür. Sadece bu durumun «saplam yeminin»’nın sonucu olduğunu belirtir ama bu yemin nedir, kim bu yemini etmiştir, neden etmiştir? Bunlar hakkında hiçbir şey bilmemekteyiz.

Ne olursa olsun birliğin uyumu bozulmuş ve ağır unsurlar olan toprak ve su merkezde toplanırken, hafif unsurlar ateş ve hava çevreye dağılmaktadır. Hava gökyüzünü kristal gibi kaplamakta ve merkezdeki unsurlar tekrardan durağan hale geçmektedir. Ancak toğrağın içindeki su topraktan ayrışarak dışarı çıkar. Nihayetinde daha sonra Aristoteles’in de kabul edeceği gibi dört unsur küresi meydana gelmiş olacaktır. Bunlar içten dışa sırasıyla toprak, su, hava ve ateştir. Aristoteles bu anlayışı sadce Ay-altı Alem için kabul ettiğini belirtmemiz gerekir. Ona göre Ay-üstü alem beşinci bir unsur olan ether ile doludur.

Gece ve gündüzün oluşumunu ise dıştaki ateşten oluşan gündüz yarım küresi ve biraz ateş ve havadan oluşan gece yarım küresiyle açıklar. Bunlar hareketsiz dünya etrafında dönerek gece ve gündüzü meydana getirirler. Empedokles dünyanın havada sabit kalabilmesini, düşmemesini dünyanın evrenin merkezinde dönmesi olarak açıklar. Bunu bir sürahiyi hızlıca çevirerek içindeki suyun dökülmediğini gösteren deney ile ispatlamaya çalışmaktadır.

 

 

 

Biyolojisi

Empedokles matematikte ve dolayısıyla astronomide güçlü olmasa da, esas olarak biyoloji alanındaki ilginç görüşleri onu özgün ve öncü yapmaktadır.

Empedokles deriden solunum yapıldığını iddia etmiştir. Bunun için ilk önce bir fizik deneyi yapar. Suya ağzı kapalı aşağıya dönük bir kavanozu batırdığında, kavanozun kapağı açılsa da suyun kavanoza dolmadığını gözlemlemiştir ve buradan havanın bir madde olduğuna emin olmuştur. Bu gözlemin sonuçlarını insan vücuduna uygular. Hava, insanın vücuduna, derinin dibine kadar var olan kan içeriye çekildiğinde girebilir. O halde insanların veya hayvanların vücutlarında birtakım borucuklar vardır. Bunlar derinin üzerinden dışarı açıırlar ancak o akdar küçüktürler ki kanın dışarı akmasına izin vermezler. Diğer taraftan kan geri çekildiğinde sudan daha ince olan hava bu borucuklardan girebilir. Kan tekrar borucukları doldurğunda içerideki havayı da önüne katarak dışarı atar ve böylelikle solunum yapılmış olur.

Empedokles’in hayvanların ortaya çıkışına dair fikirlerine daha önce «benzerin benzeri çektiği ilkesi» yardımıyla biraz değinmiştik. Bu ilkeye göre meydana gelen canlılar temel olarak topraktan meydana gelmiştir ancak onlarda bir miktar ateş ve su da vardır. Bu varlıklar en başta tür ve cinsiyet bakımından farklılaşmamışlardır. Onların gelişim sürecinde cinsel organları meydana gelecek ve artık unsurlardan değil de cinsel birleşmeyle üreme sağlanacaktır.

Hayvanların ortaya çıkışına ilişkin ikinci kuramına göre hayvanların çeşitli kısımları bağımsız olarak meydana gelmiştir. Empedokles bu safhaya «boyunsuz başlar, omuzsuz kollar ve alınsız gözler» safhası adını veriri. Bu safha Sevgi’nin hükmünün güçlendiği, Nefret’in uzaklaştığı safha olmalıdır.

Tek başına dolaştı durdu her uzuv,

Oradan oraya, kavuşumunu görerek.

Bir sonraki safhada ise bu ayrı organlar biraraya gelir ve akla gelecek her türlü canlı tipi – öküz başlı insanlar gibi – meydana gelir.

Çoğu iki alın ve göğüsle doğdu,

Kimisi insan yüzüyle sığır cüssesinde,

Bazısının öküz başı altında insan gövdesi,

Gizli tarafları örtülü, türlü biçimlerde varlıklar

Bazen erkek, bazen dişi oluşumlar.

Burada tıpkı evrim kuramında olduğu gibi yaşamaya elverişli ve kendilerini devam ettirme kabiliyetine sahip olanlar, varlıklarını korumuşlar, böyle olmayanlar ise zamanla ortadan kalkmışlardır. Empedokles’in neden birbirinden iki farklı kuram ortaya attığını bilmemekteyiz.

İkinci kuramda değinilmeden geçilmemesi gereken önemli bir husus vardır. Empedokles ereksel bakış açısını tamamen kenara bırakmış ve tüm süreci mekanik bir hale sokmuştur. Böylelikle Darwin’in «şartlara en uygunun yaşaması ilkesi» ile kalıtım kuramının ilk halini görmekteyiz.

Elbette ki Aristoteles bu görüşü kabul edemezdi. Onun için doğa olayların anlaşılmasında ereksel bakış açısından vazgeçemeyiz. Ona göre doğada organlar işlevleri değil de, işlevler organları açıklar. Örneğin, göz görmeyi değil, görme gözü açıklar.

Ruh Kuramı

Empedokles’in psikolojisi de mekaniktir. Onun algı kuramına göre algılayan organlar da algılanan nesneler de dışarıya akıntılar (effleuves) fırlatır. Algı bu akıntıların buluşması sayesinde meydana gelir. Göz için verdiği örnek bu açıdan daha açıklayıcı olabilir. Göz, ateş ve sudan meydana gelir. Gözü bir fenere benzetebiliriz. Fenerin içinde yanan bir ateş ile etrafında ateşi koruyan şeffat cam vardır. Gözde de ateş bir gözbebeği ve sudan meydana gelen şeffaf zar vardır. Gözdeki ateşten çıkan akıntılar, şeffaf katmandan geçerek dışarı çıkar ve görme algısının gerçekleşmesine imkan verir.

«Benzerin benzeri bildiği» ilkesi burada biraz daha değişerek «benzerin benzer tarafından algılandığı» şeklini alır. Gözdeki ateş kısmı ateşli nesneleri görmemizi sağlarken, sulu kısmı sulu nesneleri görmemize yarar. Aydınlık cisimler ateş akıntıları saçtığından gözün ateş kısmıyla, karanlık cisimler su akıntıları da gözün su kısmı sayesinde görülür.Canlıların gözlerinin yapısı ateş ve su bakımından farklıdır. Gözlerindeki su miktarı yüksek olan hayvanlar geceleri iyi görebilirler örneğin. Demek ki Empedokles’in anlayışına göre algılanan nesne kadar algılayanın mahiyeti de algıyı etkilemektedir. Öyleyse duyu ve algı özneldir.

Empedokles haz ve acı duyumlarını da benzer şekilde açıklar. Benzerin benzer ile ilişkisi haz, benzerin farklıyla ilişkisi acı duygusuna yol açar.

Organik varlıklar, inorganik varlıklardan üstündür çünkü organik varlıklar bir çok unsurun bir arada bulunduğu varlıklardır. Bireysel yetenekler, düşünceler ve benzeri her türlü özellik bu karışıma dayanır. En yüksek ruhsal işlevi olan organ ise kalptir çünkü kalp kanı pompaladığında, kan dört unsurun mükemmel bir karışımıdır.

Bütün bunlardan Empedokles’in bir materyalist olduğu sonucuna varmamak gerekir. Zaten o dönem için böyle bir kavramdan sözedemeyiz. O, tıpkı öncülleri gibi tüm varlıkların canlı olduğunu düşündüğü gibi onların ruhu ve bilinci olduğunu da baştan kabul eder.

Her şey düşünür, haz duyar ve acı çeker.

Empedokles’in Arınmalar esrinde ise bambaşka konularla karşılaşırız. Arınmalar’ın ana mevzusu ruh göçüdür. Empedokles kendisini bir tanrı olarak takdim eder. Sonrasında anlarız ki o bir «daimon» yani göksel, ilahi bir varlıktır ve büyük bir günah sonucu dünyaya düşmüştür. Çeşitli insan ve hayvan formlarına girdikten sonra artık ait olduğu yere geri dönmek istediğini öğrenmekteyiz.

Erkek çocuğu, kız çocuğu oldum önceden

Bir çalı, bir kuş, hem de denizde bir balık.

Hayvanların etini yemenin günah olduğunu söyler çünkü onlar daha önce yaşamış insanlardır. Bu tarz görüşleri ve pratikleri onun Orpheus-Pythagorasçı kurtuluş dininden etkilendiğini göstermektedir.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here